Yetersizlik Hissi

Biri size iltifat ettiğinde bu iltifatı içselleştiremediğiniz ve aslında öyle değil diye söze başladığınız anlar olmuştur. Bazen duyduğumuz söze sadece hızlı bir gülüş ve geçiştirme ile karşılık veririz. O gülüş aslında gerçekten bir mutluluk gülüşü olmuyor. Çünkü başımızla onaylayarak ve gülümseyerek yanıtladığımız iltifatı aslında kendimize hak görmüyoruz.  

PEKİ NEDEN BU KADAR ZORLANIYORUZ BAŞARILARIMIZI SAHİPLENME KONUSUNDA?

 Örneğin iyi bir okuldan mezun olmak, yabancı bir dil bilmek, hiç bilmediğin bir ülkede yeni bir hayat kurmak, üst düzey bir işte çalışmak. Bunların tamamı kişinin başkalarında gördüğünde çok etkilendiği özellikler. Başkaları bizde gördüğünde çok etkilenip bizi tebrik ettiğinde ise bir anda bu başarıları sahiplenemiyorken buluyoruz kendimizi.

Başarıları kabullenememenin en olumsuz tarafı da başına gelen güzel şeyleri kabullenememe oluyor…Güzel şeyler bana uğramaz gibi düşünceler kişiyi sarmalına alıyor. Olumsuz şeyleri hak ettiğimizi düşünürken, hak ettiğimiz başarıların tamamen şans eseri olduğuna inanıyoruz. Hepimiz bizlere dışarıdan gelen haksızlığa tepki göstermeyi çok iyi biliyoruz, ama içeriden gelen kendimizden kendi benliğimize yönelen haksızlığı tanıma noktasında bazen sınıfta kalıyoruz. Ve istemeden kendimizin düşmanı oluyoruz.

 Bunu neden yapıyoruz noktasında, kişisel olarak da çalıştığım her alanda çoğunlukla vardığım noktaya geliyorum yine çocukluk. Çocukluğumuzda bizi yetiştiren kişiler tarafından eleştirilere maruz kaldığımızdan yaptıklarımız beğenilmediğinde ve onlara yetemediğimizi hissetmişsek yetersizlik algısı oluşmuş demektir. Sevilmek ve onaylanmak için hep daha fazlasını yapmaya doğru kodlanmışızdır aslında. Anne babalar bizi görmediğinde sadece ekstra bir şey yaptığımızda değer verildiyse o zaman ne kadar çok başarı o kadar çok değer şeklinde kodlanıyor ve başarıları sahiplenememek şeklinde ortaya çıkıyor. Aslında yetişkin bir bireyin bu koşuşturmasının sebebi bakım verenleri tarafından görülmek.

Bakım verenleri tarafından şefkat ve değer almak için 30 yaşında her şeyi başarmaya çalışan bir yetişkine dönüşüyor ve gariptir ki artık bir yetişkin olarak bakım verenleri tarafından onaylanmak bu kişiye yetmeyebiliyor. Çünkü zaten bu onaya ihtiyaç duyan 30 yaşındaki yetişkin birey değil, 7 yaşındaki hali. Ve artık ebeveynlerinin sevgi bombardımanı o çocuğa ulaşamıyor bugün. O çocuğa en yakın yine kendisi. O yüzden dönüp kendi başını okşaması gerekiyor, bu da psikoterapi seanslarında başarıları bir şekilde yeterli farkındalık ve regresyon çalışmalarında işlenebiliyor.

Önemli olan kişinin bu tarz durumlar çok öznel ve biricik ve iyileşmenin tek bir formülü ve reçetesi yok bu anlamda. O sebeple kişinin bu ihtiyacı fark etmesi, içe dönmesi, okumalar yapması, kendi iç yolculuğuna çıkması ve uzmanlara danışması gerekmektedir.

YETERSİZLİK HİSSİNE SAHİP İNSANLAR ÇOĞUNLUKLA SEVGİYİ NASIL ELE ALIYOR?

Şimdi bunu okuyan herkesten şunu yapmanızı istiyorum bir anlığına geçmişe gidin ve daha önce size gösterilen bir sevgiyle ne yapacağınızı bilemediğiniz bir an yaşayıp yaşamadığınızı düşünün. Belki o sevginin gerçek olmadığını düşündünüz, beki kendinizi sevilmeye layık olmadığınızı düşündüğünüzden o sevgiyi kabul etmediniz..

 Birini sevebilmek ne kadar zor olsa da, bize gösterilen sevgiyi hayatımızda doğru yere oturtabilmek de önemli bir mesele. Yani oklar hep bizim üzerimizde. Öz saygımız kendimize ne kadar değer verdiğimiz şefkat verdiğimiz, bize gösterilen sevgiyle ne yapacağımız konusunda belirleyici oluyor. Yani kendimizle iyi geçinebiliyorsak kendimizi dengeli bir hal içinde sevebiliyorsak başkasının verdiği sevgiyi ellerimizle işleyebiliyoruz. Bize verilen armağanın kıymetini bilebiliyoruz. Ne değersizleştiriyoruz ne hoyratça tüketiyoruz. Aynı kendimize olan yaklaşımımız gibi.

Yetersizlik algısının olduğu durumlarda kişi kendini sevmeye uzak oluyor, çünkü çok uzaktan bakıyor kendine… Ancak bu sevgi yerine konduğu zaman görüyoruz ki insanlara yaklaşırken daha az şüpheciyiz. Onların sevgisinin gerçekliğini daha az sorguluyoruz.

Kişi kendine yeterli şefkati vermediğinde dışarıdan gelen sevgi ve şefkat hiç bilmediğimiz bir ülkede yaşamaya çalışmak gibi tamamen yabancı ve ürkütücü ilk etapta. Ne yapacağınızı bilemez halde öylece dolaşır durursunuz bir süre. Böyle durumlarda kişinin eğer bu dışardan gelen sevgiye ihtiyacı varsa bunu itmek yerine tam tersini yapıp çok benimseyicide olabiliyor. Ama hep diyoruz ya kendini dengeli sev ki başkasını da dengeli sevesin başkasının sevgisini de dengeli kabul edebilesin.

O kişinin sevgisine ihtiyaç olan bir dönemde yabancılasak bile zaman zaman kurtarıcı biri olarak görüyoruz. Her şeyin merkezine koyuyoruz bu da bizi insan olarak manipülasyona açık hale getiriyor. Yani bize gösterilen sevgiye tamamen savunmasız bir şekilde kucak açmakla, sevgiyi tedirginlikle reddetmek insan hakkında inanılmaz ipuçları verir. Sevmek ya da sevilmek bunlar en doğal ihtiyaçlarımızdan biri. Sonuçta sosyal varlıklarız ve birbirimizden güç alıyoruz.

Kendimizle daha çok konuşarak ihtiyaç ve isteklerimizi anlayarak çözüm yoluna girebiliriz. Kendimizi bu gibi konularda kandırmadan gerçek ihtiyaçlarımızı görmek gerekir. Ama şu da çok önemli bir yanlış. Kendimize bir rol biçer ve ona göre davranırsak yine çözüm bulamayız. İnsan tamamen kendine yalın ve çıplak olmalı tüm iyi ve kötü taraflarıyla.

En ufak başarısızlıkla kendinizi cezalandırıp büyük başarılarda ödüllendirmiyoruz. Kendimize bazen inanılmaz acımasız oluyoruz. Ve cezalandırıcı davranıyoruz. Başkalarına çok iyi yoldaş olabilirken Kendimizin arkadaşı olmayı başaramıyoruz. Bunu fark etmek ve iç görü sırasında kendine tamamen dürüst olmak gerekiyor.

NEDEN BİR PARTNERİMİZ OLMADAN YAŞAYAMAYACAĞIMIZI DÜŞÜNÜYORUZ?

Bir partnerimiz olmadan eksik ya da yarım değiliz, ama herkes biraz da olsa öyle hissetmedi mi hayatının belli bir döneminde? İnsanlar çoğunlukla bir kurtarıcı ararlar ve hep bir değil 2 olurlarsa bir şeyleri daha kolay ve konforlu bir şekilde elde edebileceklerine inandılar ve inandırıldılar. Dolayısıyla biri tarafından romantik anlamda sevilmedikçe yarım kalmışlık hissi her zaman vardır. Tek basına olduğumuzda kendimizi birilerine ait olmayı isterken bulabiliyoruz.

Hayatımızda çok başarılı olabilir, şahane özelliklere sahip olabiliriz ancak romantik bir ilişkiye sahip olmak kadar tatmin etmez genelde bu gibi durum bizleri. Genelde gerçekten sevildiğimiz bir ilişkinin içerisinde olmayı arzuluyoruz. Sevilmeye dair ihtiyaç aslında inanılmaz doğal. Fakat eğer biri yokken fonksiyonlarımızı yerine getiremiyorsak orda bu ihtiyaç doğal olmaktan çıkıyor. Bu sebeple yanlış insanlara çekilme ihtimalimiz olabiliyor. Çünkü adeta yoksunluk belirtilerini durdurmak için bir partner arayışına çıkabiliyoruz insan olarak. O kişinin kim olduğundan ve kim olabileceğine dair potansiyelinden çok bağımsız ilerliyor zihinsel süreç.

Biriyle beraber olmak beraberinde riskler getirir. O kişiye kendimizi açıyoruz. Tamamen yalın halde kendimizi gösteriyoruz. Travmalarımızı ve mutluluklarımızı o insana gösteriyoruz. Ve o insan derimizin altına işlemeye başlıyor. Yani tamamen gardımızı indiriyoruz ve zaman içerisinde yaralarımız açık hale geliyor.

Eğer birisiyle doğru sebeplerden birlikte değilsek ona kendimizi açmakta zorlanabiliyoruz ya da açtıktan sonra kendimizi kötü hissediyoruz ve o insanla mutlu olamıyoruz. Eğer sevilmeye olan doğal ihtiyacımızdan dolayı birlikte değilsek yani sadece yalnızlıktan dolayı yoksunluk belirtileri ortadan kalksın diye birlikteysek ona gerçeğimizi göstermekte zorlanabiliyoruz. Çünkü gerçek beni görürse gidebilir. Yani kendi gerçekliğimize dair görüşümüz yetersizlikse hep tehdit altında bir ilişki yaşamaya sebep olabiliyor bu durum.

Kendimize dair algımız olumsuz oldukça hem yalnızken eksik hissediyoruz hem de hayatımızda biri varken sevildiğimize inanamıyoruz. İşe önce kendimizle başlamak kadar kıymetli ki. Ancak günümüzde bu yalnızlaşmanın bir sebebi de sosyal medya ve diziler… Kişinin kendi içindeki çatışmalar ele alınamıyor pek fazla, yani bir insan iyiyse iyidir sevilmeye layıktır, kötüyse kötüdür ve sevilmez dizilerdeki karakterde bunlara şahit oldukça, kendi çatışmalarımızı ele alamıyor, normalleştiremiyor ve çatışmalara sahip oldukça kendimize dair olumsuz yorumlama eğilimlerimiz artıyor.

 Tüm yanlışlarımızla beraberde sevilebiliriz aslında. Okuyan herkesten bu konuyu kapatırken şunu düşünmenizi istiyorum. Tüm yanlışlarımızla birlikte sevilebilecek taraflarım neler? Hangi yönlerimi seviyorum ve hangi yönlerimle sevilmeye layığım? Zaman zaman sormamız gereken iyileştirici bir sorular bunlar…

HER ŞEYE YETİŞMEK MÜMKÜN MÜDÜR?

Günümüzde çok insan hiçbir şeye yetişememekten yakınıyor. Bu durumun arkasında yatan sebepleri irdelemek çok önemli. En önemli sorulardan birisi bunca işi neden üstlendiğimiz. Çünkü çoğu zaman hem mental kapasitemizin hem zamanımızın yeteceğinden çok daha fazla işler yükleniyoruz sonra yetişemediğimiz için kendimize yükleniyoruz. Bu sebeple çoğu zaman psikosomatik belirtiler gösteriyoruz ve boyun sırt ağrıları yasıyoruz. Sani gerçekten bir yük taşıyor gibi oluyoruz.

 Yetersiz olmadığınıza dair kendimiz bir kanıt toplamaya çalışıyorsak kendimizi buna ikna etmeye çalışıyorsak o kadar çok konuda sorumluluk alıp onları başarıyla tamamlayıp yeterli hissetmeye çalışıyoruz. Sonra haliyle ve doğal olarak bazı şeyler yarım kaldığında kendimize dair yetersizlik algımız tekrar gün yüzüne çıkıyor ve bu tabloya göre kendimizi korkuttuğumuz sonuca doğru ittirmiş oluyoruz.

Okuyan herkes tüm bu mücadelenin içinde eylemlerini kime neyi kanıtlamak için yaptığını. düşünebilir. İçinize dönmenizi ve dürüstçe kendinize bu cevabı verebilmenizi istiyorum…

KİTAP VE FİLM ÖNERİLERİ

KİTAP

Yetersizlik hissi temelli sınır koyamama durumu çok yaygın özellikle ikili duygusal ilişkilerde. Buna istinaden önerebileceğim kitap  Henry Cloud, John Townsend Sınırlar kitabı.

“Hayır” demek, sınır çizmek ve istemediğiniz şeyleri yapmak zorunda kalmamak psikolojik sağlığımız adına çok değerli. Zihinsel, fiziksel yorgunluklarınız ve hatta ilişkideki gördüğünüz zarar buna bağlı olabilir. İnsanların sizden faydalanmaması, hayal kırıklığına uğramamak, kendinizi öncelik haline getirmek ve hatta kendinizi tanımak sınırlarınızla ilişkili.

           İçsel Çatışmalarımız – Karen Horney

Freud sonrası kuşağın en etkili psikanalistlerinden olan Horney, kendini gerçekleştirme ve özgürleştirmeyi merkezine alan bir nevroz teorisi sunuyor. Sunduğu perspektifle içinde bulunulan koşullar değiştiğinde insanın da değişebileceğini ve temel çatışmaların olası çözümlerini ele alıyor.

               Öz Şefkatli Farkındalık – Christopher Germer

Yazar bu kitapta olumsuz duygu, düşünce ve davranışlarımızı kabul etmeye; kusurlarımız ve eksikliklerimizi yargılamaksızın şefkatle karşılamaya çalışma yolunda rehberlik ediyor. Bilimsel araştırmaların ışığında gerçekçi ve yaratıcı öneriler sunuyor ve kendimize şefkat göstermenin en etkili yollarını anlatıyor.

FİLM

Farklı ülke sinemasından ebeveyn ve çocuk ilişkilerine dair 3 önemli film önermek istiyorum. Filmlerde anne-kız, anne-oğul, baba-kız ilişkilerine yer veriliyor. Ve bakım verenlerle kurulan ilişkilerin bize etkisine değiniyor.

Lady Bird, 2017 – Greta Gerwig

Filmin ana karakteri Christine’in film boyunca ailesi ve özellikle annesi ile olan ilişkisi, genç bir kadının hayalleri ve arzusuna dair önemli noktalara işaret ediyor. Christine bir karar almak istediğinde annesi ona hayatın gerçeklerini hatırlatıyor. Birbirlerine karşı oldukça açık bir tavır sergilemeleri ve Christine’in bağımsız bir birey olduğunu hissettirmeye çalışması aralarındaki bağlılığa da ışık tutuyor.

Mother, 2009 – Bong Joon-ho

Bu filmde bir annenin çocukla ilk yaşlardan itibaren kurduğu ve çocuğun karakterini şekillendiren güvenli bağlanma işleniyor. Ayrıca, olumlu bir ebeveynlik tutumunun çocuk üzerinde yarattığı psikolojik, davranışsal ve bilişsel değişiklik anlatılıyor.

Toni Erdmann, 2016 – Maren Ade

Toni Erdmann filminde de  bir baba ve kızın arasında kuramadığı o sağlam ilişkinin her ikisinin de hayatlarına nasıl etki ettiğini izliyorsunuz.